Bir Mektup

Sevgili Hikmet,
Öncelikle yazılarını severek takip ediyorum. Ne büyük bir şans ki Tanrı, bu Halit kulunu senin gibi edebiyat aşığı, orijinal ve üretken bir insanla karşılaştırdı. Eğer bu tanışma gerçekleşmeseydi, onlarca hikâye, onlarca yazı ve tonlarca fikir ortaya çıkmamış olacaktı. Seninle sayısız duyulmamış fikir tartışmalarımız ve okunmamış roman çalışmalarımız oldu. Okunmamasında suçu yalnızca okuyucuya yüklemek istemiyorum; öncelikle biz tatmin olmadık belki de. En mükemmeli arayarak geçti yıllar.
Amansız Zamansızlar'daki yazılarını tekrar baştan sona okudum. Şunu söylemem gerekir ki o kadar güzel satırın arasında, bir o kadar boş ve anlamsız karalamalar da vardı. Sanırım o anlarda yazarak kendini rahatlatmaya çalıştın; bir isyan içeren yazılardı onlar. Bu tarz bir nevi güzel aslında, zira bendeki kaygı şu: “Bir şeyi mükemmel yapamayacaksan, üretme.” Sendeki ise: “Bir şeyler üret, elbet içinden mükemmel şeyler çıkacaktır.” Yıllar sonra görüyorum ki benim düşüncem üretkenliği öldürüyor ve bir işlerliği yok. Oysa senin fikriyatın daha geliştirici (yazdığın onca saçma şeye rağmen).
Bazen soruyorum kendime: Bizim hedefimiz ne? O kadar iki ayrı uçlu cevaplar buluyorum ki inanamazsın. Çocukluk hayalini gerçekleştirmek ya da tanınır olmak… Bu ikisi bana çok zıt geliyor. Biri çok ilkel, biri çok karmaşık bir söylem. Çocukluk hayalleri basittir, düşünülmez; kamyon şoförü de olmak istersin, duvar ustası da. Ama büyüklük hayalleri çok daha kirlenmiş bir yapıya sahiptir. Tanınmak istemek öylesine büyük bir istek ki bazen bu cümle karşısında dehşete düşüyorum. Zira “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) ve kâinatı yarattım.” mealindeki kudsi hadis geliyor hep aklıma. Bilinmek, çok Tanrısal bir istek olup çıkıveriyor. Orada işin içine kibir giriyor, haset giriyor, kendini beğenme giriyor.
Mesela, okunmayacağını bile bile yazıyoruz. Demek ki çok saf bir duygu var. Ama bizi milyonlar okusun istiyoruz; daha karmaşık bir duygu var. Bu ikisi arasındaki dengeyi yakalarsak sanki hedefimizi bulmuş olacağız.
Bazen hayat çok zorlaşıyor biliyor musun? Curcuna, insanların ve birbirlerine hissettikleri, beni boğuyor. Ve bu konuda şaka yapmıyorum. Gerçekten daralıyorum. Bir AVM'ye, bir caddeye çıkmak istemiyorum. Kapitalist değilim ama daha korunmuş, arınmış bölgelere kaçmak istiyorum. Kafamı dinlemek istiyorum. Kendimi bu dünyaya ait hissetmiyorum. Tek başıma kalsam, beni parçalayanlarmış gibi geliyor. Desteğe ihtiyacım var; yalnız yapamazmışım gibi. Herkes sanki bana bir kötülük yapacakmış gibi. Kimseye güvenemiyorum. Küçük bir ev ve biraz huzur...
Tarık Tufan’ın bir yazısında kendimi buluyorum. Bazı insanlar için hayat gitgide zorlaşıyor, diyor Tufan yazısında. Diyeceksin ki: “Sen, koca Halit Ayarcı, herkese ayar veren insan mı bunu söylüyor?” Ama öyle. O kadar savunmasız hissediyorum ki tek başıma kaldığımda... Belki arkamda güçlü bir aile figürüm olmadığı içindir, bilemiyorum.
Bazı adamlar için yaşamak ne kadar zorlaşıyor, farkında mısın? Hayatında ilk kez gittikleri bir devlet dairesinde cesaretini toplayıp da asık suratlarıyla masalarının arkasında siper almış memurlara ne yapmaları gerektiğini soramayan adamlardan söz ediyorum. Saatlerce bekleyip de kendisine bir türlü sıra gelmediği hâlde, bunun sebebini sorma cesaretini bulamayan adamlar için gün geçtikçe her şey zorlaşıyor. Oturdukları apartmanın kapıcısından bir şey istemeye utanan adamlardan söz ediyorum. Bakkala kendi gidenler, faturalarını kendisi ödeyenler… Yaşamak nasıl da zorlaşıyor bu adamlar için...
Hayat benim için gitgide zorlaşıyor anlayacağın. Bazı maskelerden kurtulamıyorum. Kurtulamayınca kaçmak istiyorum, kaçınca da tekrar geri dönmek zorunda kalıyorum.
Murat Menteş diyor ki: “Eğer bir gün acıdan delirirseniz, insanlar sizin acınızdan çok deliliğinizle ilgilenirler.”
Gitme sebebin çok önemli değil o yüzden insanlar için. Cep telefonu hiç bana göre değil, zaten cevaplamıyorum çoğu telefonu. Benim iznimin dışında ulaşılabilir olmak sinirimi bozuyor. Facebook artık midemi bulandırıyor. İnsanları yatak odama kadar davet etmiş gibiyim. Bir olay sanki Facebook’ta paylaşılmazsa önemli bir olay değil gibi. Evlenip Facebook’ta paylaşmazsam, sanki tam evli olmayacakmışım gibi. Oradaki profil fotoğrafları artık sarsıyor beni. Mutlu insan görmek istemiyorum; ben gerçek bir insan görmek istiyorum. Ağlayan, sızlayan, hayatta hep kaybetmiş bir insan mesela. Facebook’ta herkes kazanıyor ama maalesef...
Bunun yanında para denen şeyden nefret ediyorum. Çünkü dünyayı yöneten vicdan değil, para artık. İnsanları yöneten de vicdan değil, para. Arabaya kaç para verdiğin, bir deftere kaç para verdiğin ölçüde ilgi çekiyor. Kimse deftere yazmak ya da arabanın gidiyor olmasıyla ilgilenmiyor. Dünya nereye gidecek gerçekten merak ediyorum.
Eskiden bizim köyde böyle mistik olaylar çok olurmuş: ateş yanma, cin kaçırması gibi... Anneme soruyorum, “Anne, neden artık yok?” diyorum. “Artık insanlar cin oldu da ondan,” diyor. Biz birbirimizi çarpıyoruz zaten.
Konuşmak, yazmaya göre daha iyi bir eylem benim için ama hiç kalıcı değil. Aslında itiraf edeyim, yazarlık şöyle dursun, vaiz ya da hatip olmak isterdim ben küçükken. Kişisel gelişim üzerine konuşup milyonlarca parayı cebe atmayı düşünmüyor değilim şu an, hani...
Sevgili Hikmet, ortada karamsar olacak bir durum yok aslında. Çünkü zaten yeterince her şey karanlık. Daha ne kadar kötü olacak diye beklemek bizimkisi.
2013 bitmeden, yani 25 yaş bitmeden bir kitap çıkarabiliriz. Ha, ne dersin? En azından bir tik koyarız hayatımızda bir şeye ve işler değişir, kim bilir?
Gözlerinden hürmetle öpüyorum.
Allah yar ve yardımcın olsun.
Halit Ayarcı
Yorumlar (0)
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!
Yorum Yap